12 Kasım 2013 Salı

Grbavica


Bu filmi seyrettikten sonra Angelina Jolie' nin "In the Land of Blood and Honey" filmini düşündüm. Her iki film de iki kadın yönetmen tarafından çekilmiş filmler. İlki Amerikan bakışı ve fark öyle bariz ortaya çıkıyor ki... Savaşın kadınlar ve sonraki nesiller üzerine etkisi gözümüze sokulmadan ancak böyle anlatılabilirdi. Filmde beni çok etkileyen iki sahne var. Biri filmin sonlarına doğru söylenen ilahi diğeri ise en son sahnede arka planda çalan Saraybosna şarkısı ve filmin bitiş sahnesi. Çok beğendim...




31 Ekim 2013 Perşembe

Sessizliğin gürültüsü

 
 
Nihayet bitti. Hiç bitmeyecekmiş gibiydi :) Gitmiyorsa bırakırım inatlaşmam aslında kitaplarla ama bu sefer inadım tuttu. Bitiricem dedim bitirdim.
 

Juli Zeh genç bir yaşta savaşın izlerini takip ederek Bosna'ya gider. Yanında köpeği ve sırt çantasında taşıdığı bir kaç giyecek ve Bosna kitapları vardır. Seyahatini tamamen hayatın akışına bırakır. Bosna'yı yazmaz aslında bu kitapta Bosna'yı yaşar. Kitabı okurken neredeyse her cümlede durdum ve düşündüm. İnsan aklından geçen her şeyi yazıya dökebilir mi? Juli Zeh sanki aklından geçen herşeyi kayda almış gibi. Takip etmesi ve bağlantı kurması çok güç çoğu metinin. İnsan aklı düşünceler silsilesi değil mi zaten? Kitabın orijinal ismi "Die Stille ist ein Geräusch". Sessizlik bir ses(gürültü)tir. Kitabın adı bende böyle şekilleniyor.

Srebrenica ile ilgili bir paragraf var ki aradan yıllar geçse de yorum çok değişmiş değil.

"İstatistiğe bakıyorum. Bölgedeki 27.000 Bosnalı ve Hırvat nüfustan savaştan sonra geriye kalanlar: Çizgi. Buna karşılık Sırp nüfusu ikiye katlanıp yirmi bine ulaşmış.

Burada geziniyorlar, bir ceset tarlası üzerinde, gezenlerin de birçoğu yerlerinden kovulmuş, katledilenlerin evlerinde yaşıyorlar. Mutluymuş gibi görünmüyorlar. İnsan nasıl olur da üzerinde bir kadının tecavüz edildiği bir mutfak masasında yemek yiyebilir?İlk iş kurşunlarla delik değiş edilmiş kanlı döşeklerinin atılması gereken yataklarda nasıl uyuyabilir?"

Ve Juli Zeh Bosna'ya ilk girişinde kafasına takılan sorular Bosna'dan çıkarken hala cevapsız. Karpuzlar nerede yetişiyor? Neden bir Mcdonalds yok? Neden savaş çıktı, kime karşı? Neretva'nın rengine ne ad verilebilir.
 
 

25 Ekim 2013 Cuma

Geçmişe yolculuk..

 
 
Kendimi kenarda tutuyorum bir zamandır. Bir zamandır değil aslında babamı kaybettiğimden beri demem gerekiyor. Anneme sarıldım... İçinden bile geçirse duyuyorum, öylesine keskin kulaklarım son zamanlarda. Hep birlikte doğduğu yere Kayseri'ye yolculuk... Dile getirmeyip istediği bir seyahatti bu. Ve bayram vesile oldu. Üç nesil Kayseri'deydik.

Çook zaman önceydi Kayseri'ye sadece ve sadece gezmek için gidişim. Belki 15 yıl belki 20 yıl önce. Hatırladıklarım sınırlı, kalbim küçük bir kız çocuğu gibi heyecanlı ve bir yanım geçmişin kapısını aralamaya meraklıydı.
 
Çocukluğumdan beri ne zaman nereli olduğum sorulsa İstanbul'luyum derim. Ama kimse tatmin olmaz. Baban nereli der herkes. Babam İstanbul'lu derim yine yetmez. Ya annen? Annem Kayseri'li. Tamam işte Kayseri'lisin derler. İstanbul'lu olarak kabul görmem. Ben de bir türlü Kayseri'liyim diyemem.
 
Kayseri Erciyes'dir benim için. Çocukluğumda dayımın evinde perdeyi açtığımda karşıma çıkan esrarengiz devasa dağ. Hafızama işlemiş dağ görüntüsü büyüdükçe hayranlığa dönüştü. Ve çağırırdı beni zaman zaman görüntüyü gerçeğiyle örtüştürebilmem için. Gece vardık Kayseri'ye. Sabah uyanır uyanmaz çocuk oldum ve perdeyi çekiştirdim aceleyle. Hayal kırıklığı... Evin önüne yapılan, sayamadığım kadar katlı bir bina hafızamdaki görüntünün tam ortasına yerleşti. Canı acır mı insanın bu yüzden? Acıdı, acıyor...
 
Kayseri, kalabalıktır benim için. Dayılar, teyzeler, kuzenler ve kuzenlerin çocukları ve hatta şimdi onların da çocukları. İtalyan aileleri gibidir evler. Yemeğe en az 15 kişi birden oturulur. Masaya sığamayanlar yer sofrasına sıkışır. Kikirdemektir, bağrış çığrıştır, her daim sohbettir Kayseri. Samimiyettir, bol mantı bol baklavadır. Çokça özlemdir annem için. Bazen hüzün bazen gözyaşıdır. Çocukluğuna yolculuk, geçmişle hesaplaşmadır. Yokluktur... Şükürdür... İyi ki varsın'dır sonunda.

Bu yolculukta, dayımın bağındaki 150 yıllık dev ağaç oldu benim için Kayseri. Altında durup gözlerimi kapadım. Yüz elli yılı düşündüm. Kızımı, kendimi, annemi, ananemi düşündüm. Nesiller gelip geçti yanımdan. Sırtımı yasladım gövdesine, yapraklarına dokundum. Soyağacımın en geniş dalı oldu Kayseri.
 

9 Ekim 2013 Çarşamba

Bir türlü bitmeyen kitap: Sessizliğin Gürültüsü...



Çok oldu okumaya başlayalı. Artık psikopatlığa vurup, kendimi görüyorum yaşlanmışım hala elimde bu kitap :) Tamam daha fazla yazmayacağım. Bitirene kadar sessizlik...

23 Eylül 2013 Pazartesi

Momo ve Uzeir

Saraybosna' da bulunan ve Ivan Straus tarafından tasarlanmış olan Unis ikiz kuleleri halk arasında  Sırp ismi olan Momo ve Boşnak ismi olan Uzeir olarak anılıyordu. Sırf bu bile Bosna'nın kültürel mozeiğine örnek gösterilebilirdi. Saraybosna' nın sembollerinden olan bu iki yapı 1992-1995 yılları arasında gerçekleşen aralıksız kuşatma sırasında ağır hasar görmüştü. Sevdalinka' da geçiyordu sanırım. "Sırp milisler hangisinin Sırp hangisinin Boşnak olduğuna karar veremeyip ikisini birden vurmuşlar" şeklindeki trajikomik ifade. Bir çok bina gibi bu iki bina da seneler içinde yenilenip günümüzdeki modern görüntüsüne kavuştu ve ismi Unitic Business Center olarak yenilendi.
 
Fotoğrafçı Jim Marshall kuşatma sırasında Saraybosna' dadır ve soldaki fotoğrafı çeker. Sağdaki fotoğraf ise 15 Yıl sonra çekmiştir.    
 
 
 

20 Eylül 2013 Cuma

Geliyorum Bosna!

Bugünü kayıt altına almam lazım mutlaka. Saraybosna biletimi aldım :) Yazdan beri konuşuyorduk Nevbahar ile. Gözüm sürekli uçak bileti indirim ilanlarındaydı. Pegasus bize bir güzellik yaptı. 2014 yazı için indirimli biletlerini satışa çıkardı. Ve atmaca gibi bekleyen ben bu fırsata balıklama atladım :) Gidiş tarihlerimiz çoktan belli olduğu için hemen aldık biletlerimizi. İyi bir planlama ile hem Mars Mira'ya katılıp hem Saraybosna'yı keşfetmek hedefimiz. Hatta Mostar'a Vişegrad'a gidebiliriz belki... Önümüzde her detayı gözden geçirip planlayabileceğimiz koskoca 9 ay var. Bana Alman ekolü derlerdi ama Alman'ları bile geçtim sanırım :)

19 Eylül 2013 Perşembe

Tarafsız Bölge (No Man's land)

 
Bosna Savaşı sırasında bir Boşnak asker ile bir Sırp asker iki hat arasında kalan tampon bölgede sıkışıp kalırlar. Bir yandan kendilerini kurtarmaya çalışırken bir yandan birbirleri ile mücadele ederler. Danis Tanoviç isimli Bosna'lı bir yönetmenin ilk filmi. Film Cannes Film Festivali'nde en iyi Senaryo ve Yabancı Dilde En İyi Film Akademi Ödülü'nü ve daha bir çok ödülü kazanmış. Filmin senaryosu da Danis Tanoviç' e ait.

Askerler arasındaki diyalog müthiş. Her kelime özenle seçilmiş gibi. Savaşın saçmalığı ancak bu kadar net anlatılırdı. İki asker arasındaki "Savaşı kim başlattı?" tartışması sonunda söylenen bir söz var ki o da gelinen son noktayı ifade ediyor. "Savaşı kim başlattıysa başlattı, şimdi hepimiz aynı pisliğin içindeyiz". Birleşmiş Milletler' in Bosna Savaşı sırasındaki tutumu da işlenmiş filmde. Bir sahnede bir UNPROFOR askeri neden buradayız diye soruyor ötekine. Asker cevap veriyor. "Güç kullanmadan ve kendimizi tehlikeye atmadan yerli halkın birbirini öldürmesine engel olmak için". Bosna Savaşı'ndan sonra United Nations United Nothing olarak anılmaya başlandı. Savaşı sadece seyrettiler hatta çoğu zaman taraf oldular. Silahsızlandırma kararı ile Boşnakların ellerindeki silahların toplanması ve savunmasız kalan insanların Sırp milislerce katledilmesi bunun doğurduğu sonuçtur.

Son sahne son cümledir. Bosna yalnız ve kaderine terk edilmiştir. UN gelir bir dolu şey yapmış gibi görünür ve Bosna'yı kaderine terk edip gider. Burada UN sadece Birleşmiş Milletler değildir, tüm batı dünyasıdır. Avrupa'nın ortasında yaşanan bu saçma savaşa kimse dur dememiş ve uygulanan soykırıma göz yummuştur.  

18 Eylül 2013 Çarşamba

PTT Kitap!

PTT Kitap'tan kitap almak mı, bir daha asla!

PTT Kitap uygulamasını gördüğümde çok sevinmiştim. Sitede hem kitaplar ucuz hem de 15 TL üzerine kargo bedava oluyor. Annem için sipariş verdiğim kitap 4 gündür Topkapı Dağıtım Merkezi'nde bekliyor. Ha bugün gelir ha yarın gelir derken 4 gün geçti. Dün ve bugün canlı destek dedikleri kısımdan mesaj gönderdim. Cevap yok. Sitede bulunan tek telefon numarasını aradım. Belli ki bu tip şikayetlerin sayısı oldukça fazla. Karşıma çıkan kişi bıkmış bir haldeydi. Bana Topkapı PTT'nin telefon numarasını verdi. İsterseniz siz Topkapı'ya gidip alın daha kolay dedi. İnanılır gibi değil. PTT çağrı merkezini aradım. Biz bir şey yapamayız dediler. Güncel başka bir telefon verdiler. Uzun uğraşlarım sonunda telefonu birisi açtı. Kargonuz burada ama dağıtıma çıkan arkadaşlar almamış dedi. Sizin bölgenize çıkan bir kaç dağıtıcı arkadaş izinde ondan olmuş olabilir dedi. Gelip buradan alın dedi. Gerçekten pes diyorum. O zaman ben niye internetten sipariş verdim. Yaklaşım gerçekten çok kötü!
  

17 Eylül 2013 Salı

Hasan Nuhanoviç ve nihayet adalet

Hasan Nuhanoviç babasının ve erkek kardeşinin Srebrenitsa'da ölümünden Hollanda devletinin sorumlu olduğu iddiası ile yargı sürecini başlatmıştı. Daha önce Lahey Mahkemesi tarafından verilen Hollanda devletinin Srebrenitsa katliamında hayatını kaybeden 3 Bosna'lının ölümünden sorumlu olduğuna dair karar 6 Eylül 2013 tarihinde Yargıtay tarafından onaylandı. Ve tazminat talebinin önü açıldı.

Hasan Nuhanoviç ve ailesi Bosna'nın doğusunda bulunan Vlasenica kasabasının Sırp askerlerince işgal edilmesi üzerine ailesiyle 1992 yılında Srebrenitsa'ya sığındı. Nuhanoviç, önce gönüllü olarak sonra da resmen BM'de tercüman olarak görev yaptı. Srebrenitsa düştüğü zaman Hollanda birliğinin sorumluluğundaki Potoçari kampına sığınan 6000 kişi arasında annesi, babası ve erkek kardeşi de vardı. Hollanda Birliği, Sırp komutan Ratko Mladiç'in tehditleri üzerine kampta görev yapanlar haricindeki tüm mültecilerin Sırplara teslim edilmesine karar verdi. Potoçari kampından Hollanda askerlerinin zoru ile çıkarılan sivil halk arasından kadınlar ve çocuklar ayrılarak, erkekler kampın yakınlarında yada en yakın yerleşim yerlerinde katledildi. Hasan Nuhanoviç kampta kalacaklar listesine 19 yaşındaki erkek kardeşini ekleyerek kurtarmaya çalıştıysa da Hollandalı komutanlar tarafından bu girişim reddedildi. Hasan Nuhanoviç ailesinin katledildiği o günden sonra kendini uluslararası toplumu Srebrenitsa'da yaşananlar hakkında aydınlatmaya adadı. Yıllardır adalet peşinde koşuyordu.

15 Eylül 2013 Pazar

8372 Srebrenitsa



1992 yılında başlayan Bosna Savaşı’nda, Sırplar çoğunlukla müslümanların yaşadığı Doğu Bosna'da büyük oranda etnik temizlik yapmışlardı. Bosna'nın en doğusunda, Sırbistan sınırında yer alan Srebrenitsa ise direnişine devam ediyor, Bosna Sırplarının Belgrat'la aralarındaki engellerden birini oluşturuyordu. Binlerce insan savaştan önce 10 bin kişilik nüfusunun 8 bini müslüman olan Srebrenitsa'ya sığınmış, böylece kasabanın nüfusu 60 bine yükselmişti. 16 Nisan 1993 yılındaki olağanüstü toplantının ardından aralarında Srebrenitsa’nın da bulunduğu 6 bölgeyi "Güvenli Bölge" ilan etti. Bu karardan sonra Srebrenitsaya konuşlanan Hollandalı Birlik, oluşturulan sözde güvencelerden sonra katliama giden yolu açacak olan ve Sırpların işlerini kolaylaştıracak tutarsız kararlarını hemen uygulamaya başladı. Buna göre Güvenli Bölge kavramı gereği Boşnakların ellerinde bulunan silahlarını Barış Gücü’ne teslim etmesi gerekiyordu. Oysa Sırplara hiçbir ciddi yaptırım uygulanmazken Boşnakların savunması kırılıyor, Sırplar için hazır hedefler haline getiriliyordu. Sırplar bu "Güvenli Bölgelere" saldırdıklarında Barış Gücü olayları sadece seyretmekle yetinecekti.
 
Bundan sonraki süreçte gündeme gelen hava operasyonu yapılması düşüncesi bir türlü hayata geçirilemedi. Bunun en büyük sebebi, Bosna'daki Barış Gücü'nün Komutanı Fransız General Bernard Janvier’in karşı çıkmasıydı. Bu tartışmalar yaşanırken General Mladiç komutasındaki Sırplar 6 Temmuz 1995 sabahı Srebrenitsa’nın etrafındaki çemberi iyice daraltarak, tank ve top ateşiyle ağır bir bombardımana başladılar. 10 Temmuz’da Sırplar ikinci bir saldırı başlattı. Bunun özerine BM Hollandalı Birlik Komutanı Albay Tom Karremans NATO’dan hava desteği talep etti. Janvier buna da karşı çıkarak hava saldırısına gerek olmadığını söyledi. NATO uçakları Srebrenitsa üzerinde ikaz mahiyetinde bir kaç saat uçtuktan sonra hiçbir şey yapmadan geri döndüler.
 
Nihayet 11 Temmuz’da Srebrenitsa üzerinde uçan iki F16 uçağı, bir Sırp zırhlı personel taşıyıcısını vurdu ve bir tanka isabetsiz atış yaptı. BM bununla yetinmeye karar verdi. Böylece Srebrenitsa savunmasız ve Sırp askerlerinin insafına terkedilmiş oluyordu. 11 Temmuz 1995, sıcak bir yaz sabahı, Ratko Mladiç, Holllanda askeri gücün hiçbir direnişiyle karşılaşmadan büyük bir zafer kazanmış komutan edasıyla Srebrenitsa'ya girdi.  Silahlardan arındırılmış kenti ele geçirmek Sırplar hiç de zor olmamıştı.

Şehrin düştüğü akşam katliamlar devam ederken, New York da bulunan BM Barış Koruma Misyonu Şefi Kofi Annan’a durumu yazılı olarak bildiren BM Özel temsilcisi Akashi raporunda şu tuhaf ifadeye yer veriyordu: “Konvoy halinde ilerlemeye çalışan Boşnakların yakınlarında patlayan bazı patlayıcılar, grup içerisinde paniğe yol açıyor.” Oysa bu esnada insanlar dağlarda ve yollarda vahşi hayvanlar gibi kıtır kıtır doğranıyordu. 

Felaket yalnızca Srebrenitsa’nın düşmesiyle kalmadı. Şehrin düşmesinden sonra yaklaşık 25.000 kişi büyük bir korku içinde Srebrenitsa yakınlarındaki Potoçari köyündeki BM Hollanda askeri kampına doğru kaçmaya başladılar. Bunlardan 6.000 kadarı kampa girmeyi başarırken geri kalanı ya kampın çevresinde toplandılar veya Tuzla’ya gitmek üzere dağlara kaçtılar. Srebrenitsa’dan kaçan bu insanların peşinden yarım saat sonra kampın kapısına kadar gelen General Mladiç, "Kimseye bir kötülük yapılmayacak, zarar verilmeyecek!" diyor ve elindeki çikolataları Sırp kameraları önünde Boşnak çocuklara dağıtıyordu.
 
Potoçari kampında ve çevresinde toplanan binlerce Boşnak korku içerisinde bekleşiyordu. Hollandalıların Srebrenitsa’yı hiç bir zorluk çıkarmadan teslim ettiğini gören Mladiç, Albay Karremans’la yaptığı bir toplantıda aşağılayıcı bir üslupla kampın içindeki ve etrafındaki Boşnakların bir an önce kendisine teslim edilmesini istiyor, aksi takdirde kampı bombalayacağı blöfünü yapıyordu. Mladiç, adil bir yargılamadan sonra savaş suçu işlemeyen erkeklerin serbest bırakılacağını, kadınlarla çocukları sağ salim Tuzla’ya ulaştıracaklarını söyledi. Sonunda korkulan oldu ve Hollandalılar, mültecileri, kampı büyük bir kuşatma altında tutan Sırplara teslim etmeye karar verdi. Bundan sonra kampta bulunan tüm Boşnaklar, Hollandalı BM askerleri tarafından silah zoruyla dışarı çıkmaya zorlandılar. Kendilerinin Sırplara teslim edildiğinde öldürüleceklerini söyleyen Boşnakların feryatlarına ve çığlıklarına aldırış etmeden onları zorla Sırpların ellerine teslim ettiler. Bu insanlara hiçbir şey yapmayacağını söyleyen Sırplar 11 Temmuz 1995 ile 17 Temmuz 1995 tarihleri arasında, kadınları ve çocukları ayırt ederek yaklaşık 8 binden fazla genç ve yetişkin erkeği katlettiler.
 
Amerikalı araştırmacı ve New York Times muhabiri David Rohde’nin Ekim 1995’te The Christian Science Monitor’de yazdığı makaleler ve 1997’de yayınladığında ona Pulitzer Ödülü kazandıracak olan, "Son-Oyun, Srebrenitsa'nın Düşüşü ve İhanet, II Dünya Savaşından Sonra Avrupa’da Yaşanan En Büyük Katliam” isimli kitap geniş yankı uyandırmış ve tüm dünyanın dikkatini Srebrenitsa’da yaşanan katliam üzerine çekmişti. Katliamın tüm vahşetiyle gözler önüne serildiği ve katliamdaki sorumluluklarından dolayı Birleşmiş Milletlerin ve Hollanda hükümetinin açıkça suçlandığı bu kitap sayesinde dünya kamuoyu katliamın gerçek boyutları ve uluslararası kuruluşların bu katliamdaki rolleri konusunda haberdar oldu.

İlk başlarda katliamdaki sorumluluğunu kabul etmeyen Hollanda hükümeti gerekli adımları atmaktan sürekli kaçındı ve olayı ört-bas etmeye çalıştı. Ancak bu olay zaman geçtikçe Hollanda’nın bir kabusu, milli bir travması haline gelmekten kurtulamadı. Bu konuyla ilgili kurulan bir Parlemento Araştırma Komisyonu’nun 27 Ocak 2003’te açıkladığı bir raporda katliamdan tamamen Hollanda Hükümeti sorumlu tutuluyor, sözde koruma altındaki bölge Sırplarca ele geçirildikten sonra Hollanda birlikleri etnik temizlikte işbirliği denilecek biçimde yardımcı olmakla suçlanıyordu.
 
16 Nisan 2003’te Hollanda Başbakanı Wim Kok, Srebrenitsa’da hayatını kaybeden ve kurtulanlar adına Hollanda’nın katliamdaki kütün sorumluluğunu kabul ettiklerini  belirterek hükümetin istifa ettiğini söyledi.
BM ise bu konuda uzun süre suskunluğunu korudu. Katliamdan ancak 4 yıl sonra Kasım 1999’da 155 sayfalık bir rapor, yayınlayan BM, kendisine ağır eleştiriler yöneltmekte "hata, yanlış karar ve bize karşı duran şeytanı tanımadaki yeteneksizlikten dolayı Srebrenitsa halkının Sırp katillerin katliamından korunamadığı” itirafı yapılıyordu. Daha sonraları ortaya çıkan birçok BM belgesi, Srebrenitsa’da katliam devam ederken, Miloşeviç ve BM üst düzey yöneticilerinin sık sık bir araya gelerek görüştüklerini ortaya çıkarmıştır. Srebrenitsa’da kadınların ırzına geçilip, erkekler parça parça doğranırken bu insanlar çeşitli ortamlarda bir araya gelerek kendi askerlerinin ve malzemelerinin güvenliği konusunda karşılıklı bir anlaşmaya varmaya çalışıyorlardı. Ancak bunlara rağmen hiçbir BM elemanı suçlu bulunup herhangi bir cezaya çarptırılmadı.
Eski Yugoslavya için Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi 2001 yılında ilk kez Bosnalı Sırpların "soykırım" suçu işlediğini resmen kabul ederek, katliamdan sorumlu komutanlardan birisi olan Sırp General Radislav Krstiç’i 46 yıl hapse mahkûm etti. Temyize giden davanın sonucunda Krstiç 2004 yılında soykırım suçundan 35 yıla mahkum edildi. Böylece ilk kez bir sanık İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana ''soykırım'' işlemek suçundan mahkum oldu ve uluslararası mahkeme Srebrenitsa katliamı için 'soykırım' nitelendirmesini teyit etmiş oldu.  Mahkeme ayrıca 2005 yılında, soykırıma yardım etmek suçundan, komutanlar Vidoce Blagoceviç’i 18 yıl, Dragan Cokiç’i de 9 yıl hapis cezasına çarptırdı.
 
Yaşanan katliamların arkasındaki isim olan ve başından itibaren tüm Bosna savaşı yönlendiren ve 1 Nisan 2001 tarihinde Sırp Hükümeti tarafından tutuklanıp mahkemeye teslim edilen Miloşeviç, BM Güvenlik Konseyi’ne bağlı olarak faaliyet göstermek üzere Lahey’de kurulan Eski Yugoslavya Savaş Suçları Mahkemesi’ne sevk edildi. Yargılanma süreci 30 Ocak 2002’de başladı. 11.3.2006 tarihinde eğer kalp krizi geçirip ölmeseydi soykırım boyutlarına ulaşan savaş suçlarından sorumlu olan Miloşeviç’in ömür boyu hapis cezasına çarptırılması bekleniyordu.
 
Katliam sürecinin baş aktörü olan Ratko Mladiç savaş sırasında Boşnak halkına karşı işlediği soykırım ve savaş suçlarından dolayı Lahey'deki Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından 16 yıldır tutuklama istemiyle aranmaktaydı ve 26 Mayıs 2011 günü Sırp istihbaratı tarafından yakalandı. 31 Mayıs 2011 tarihinde de Lahey savaş suçları mahkemesine gönderildi. Sırbistan'da olduğuna dair ciddi belgeler olmasına rağmen Hükümet tarafından bu durum reddedilmiştir. Fakat 2009'da Mladiç'in bir düğünde çekilen fotoğraflarının basına yansıması ile hükümet zor duruma girmiştir. Bu durum akabinde Sırp Hükümeti, BM, Amerika ve AB üyesi ülkeler, Bosna Hersek devlet yetkilileri tarafından suçlamıştır. Mladiç 26 Mayıs 2011 günü Sırp istihbaratı tarafından yakalanmıştır ve mahkemesi halen devam etmektedir.
 

5 Eylül 2013 Perşembe

Zlata'nın Günlüğü


Aslında bu kitabı "Leyla" dan önce okumuştum ama bir türlü yazmaya fırsat olmadı. Zlata savaş başlayana kadar mutlu bir çocukluk yaşayan Saraybosna'lı bir kız. Savaştan çok önce bir günlük tutmaya başlıyor. Günlük heyecanlarını paylaşacağı bir defter hayal ederken bir süre sonra çocuk gözü ile savaşı aktarmaya başlıyor. Saraybosna kuşatması ile henüz 11 yaşında iken yokluğu ve ölüm korkusunu yaşıyor. Saraybosna'daki kuşatmayı gün gün anlatan bir belge gibi. Günlüğün yayınlanacağı belli olduktan sonra doğallıktan biraz uzaklaşmış gibi geldi dili bana. Zlata'nın günlüğü Anne Frank'ın günlüğüne benzetiliyor hep ama ben benzer bir tat bulamadım.

Leyla


Hep böyle olmuştur. Savaş en çok kadınları yaralar. Leyla, ne olduğunu bile anlayamadan savaşın ortasında kapana kısılan Bosna'lı genç bir kızın hikayesi. Öyle sarsıcı ki Leyla'nın yaşadıkları, insan sadece okurken bile insanlığından utanıyor. Yürek burkan, insan olmayı sorgulatan bir yaşam öyküsü. Kitabın ön sayfasında bulunan "Bu kitapta adı geçen bir çok kişi ve yer adı güvenlik nedeniyle değiştirilmiştir." cümlesi daha kitaba başlamadan silkeledi beni. Sanıyorum şimdiye kadar en hızlı okuduğum kitaptı. İnanılmaz akıcı bir dil ve sanırım iyi çevirinin bu akıcılığa katkısı olmuştur.
Bosna ile ilgili bunca okuduğum kitap, seyrettiğim film ve belgesel sonunda artık bir şeyler biliyorum diyordum kendi kendime. Yanılmışım. Belli ki hala bilmediğim pek çok şey var. Batı Bosna Özerk Bölgesi ile ilk defa karşılaştım. Ülkenin kuzey batısında Boşnakların bir kısmı savaş sırasında Boşnaklara karşı savaşmış. Kitapta açıkça geçen bu konuyu anlamak için araştırdığım da Fikret Abdic ismi ile karşılaştım. Fikret Abdiç eski Yugoslavya'nın çok büyük bir şirketler grubunda CEO ve Bosna meclisinde milletvekili imiş. Söylenen o ki savaş sırasında vatansever bir Boşnak iken bir anda Sırplarla birlikte hareket etmeye başlayıp Boşnakları karşısına alıyor. Kendi fabrikalarının bulunduğu bölgede çok ciddi bir destek var arkasında. Diğer yandan Saraybosna için ise bir hain. Bir röportajda diyor ki Kuzey batı Bosna düşmüştü ve Srebrenica'dan çok daha kötü sonuçlarla karşılaşabilirdik, o dönem Batı Bosna Özerk Bölgesi tek kurtuluşumuzdu. Savaş sonrasında Hırvatistan'a kaçmış. Ve orada savaş suçlusu cezası ile 20 yıl hapse mahkum edilmiş. 2012 Mart ayında cezasının 2/3 ünü tamamlayınca şartlı tahliye olmuş. Bu konuyla ilgili bir kitap bulabilmeyi çok isterdim... 

Bosna öyle bir yer ki herkesin bir hikayesi var. Her insandan bir film, bir kitap bir belgesel çıkabilir. Çoğunlukla kitaplar ve belgeseller savaş sırasında yaşananları anlatıyor. Ya savaştan sonra? Leyla Sırp bölgesinde kalmak istemiyor. Çünkü her an tecavüzcülerinden biriyle bir markette bir restaurantta karşılaşma riski var. Sonu gelmeyen bir işkence gibi. Çünkü bu savaş ordular arasında değil halklar arasında oldu ve savaş sonrasında herkes kaldığı yerden devam etmeye çalıştı. Savaş suçlularının bir kısmı cezalandırılmış ancak bir çok kadın ağır depresyon altında yaşadıklarını anlatmaktansa hiç olmamış gibi davranmayı seçmiş.

Bugün her an bir kara savaşının içinde kendimizi bulmamızı beklediğimiz şu günlerde savaşı destekleyenlere okutulmalı bu kitap. En kötü barış bile en iyi savaştan daha iyidir.

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Saraybosna'nın Çellisti



Bir bakıyorum ellerimde su bidonları ölüm korkusu içinde sokaklarda koşuşturuyorum, bir bakıyorum yardım kuyruğundayım ve 50 m öteme bir havan topu düşüyor. Sokağı geçmem lazım evim dediğim yıkıntıya ulaşabilmek için. Kafamı çeviriyorum “Pazı Sniper”. Yıkık dökük binaların arasında boşluktayım. Ben Saraybosna’dayım… Kitap beni içine çekiyor, Saraybosna sokaklarında kayboluyorum.

Tarih 27 Mayıs 1992. Havan topları düşerken ve keskin nişancılar ölümcül işlerini sürdürürken, bir çellist penceresinin önünde oturup Albioni'nin Adagio'sunu çalmaktadır. O sırada bir bomba, aşağıdaki sokakta ekmek almak için kuyrukta bekleyen insanların üzerine düşer ve yirmi iki kişinin ölmesine neden olur. O günden sonraki yirmi iki gün boyunca her öğleden sonra çellist, viyolonselini bombanın düştüğü sokaktaki çukurun yanına taşıyacak ve ölenlerin anısına orada Adagio'yu çalacaktır. Bu 22 gün üç farklı karakter tarafından onların gözüyle anlatılıyor kitapta. Beni en çok şartlar ne kadar kötü olursa olsun insanca yaşamaya çalışmaları ve bunun için verdikleri içsel mücadele etkiledi. Ve kitapta bir detay var. Etnik kimliklerden, dinlerden bahsetmiyor. Üç karakter de Saraybosnalı ve tepelerde bir takım insanlar şehri bombalıyor. Bosna’nın savaş sonrası felsefesini hatırlatıyor bana: Unutma, unutturma, kin tutma…
Kitap ile alakası olmayan benzer bir olay da Saraybosna Milli Kütüphanesinde yaşanıyor. 25 Ağustos 1992’ de yoğun bir bombardıman altında kalan kütüphanede çıkan yangında 23.000’i Osmanlı el yazması olmak üzere 2 milyona yakın kitap yok oldu. Dünya’nın dikkatini Bosna Hersek’ de yaşanan savaşa çekmek için 17 Haziran 1994’ de yıkıntılar içinde Saraybosna Filarmoni Orkestra’sı bir konser veriyor. Fikir Aliya İzzetbegoviç’e ait. Konserin konuk şefi ise dünyaca ünlü şef Zubin Mehta. Zubin Mehta ve orkestra üyeleri çentiklerin ölüm tehditlerini ve Bosna ordusunun güvenlik uyarılarını önemsemiyor ve konser yoğun baskı altında sorunsuz olarak gerçekleştiriliyor. 2 Gün sonra konser amacına ulaşıyor. CNN International’da bir gün de 36 kez haberi yapılıyor konserin. Amaç Bosna Hersek’ de yaşayan insanların Avrupa’nın bir parçası olduğunu hatırlatmak ve tipik oryantalist bakış açısını yıkmak. Batı devletlerinin dikkatini çeken önemli bir organizasyon. Bu konuyla ilgili bir kitap vardır belki…
Modern zamanların en uzun süren kuşatması olarak tanımlanıyor Saraybosna kuşatması. 5 Nisan 1992 tarihinde düzenlenen barış mitinginde Suada Dilberoviç’ in öldürülmesi ile başlayıp 29 Şubat 1996 tarihine kadar yaklaşık 4 sene sürüyor. Rakam olarak söylemesi kolay ancak şehir halkı için yaşanması zor bir süreç. Su yok, elektrik yok, doğalgaz yok, açlık var, ölüm tehdidi var. Dobrinja Butmir arasında bağlantıyı sağlamak için açılan 800 m uzunluğundaki tünelin Saraybosna’ya direnç kattığı tartışılmaz. Yaralılar tedavi için bu yolla şehirden çıkarılıyor, silah sevkiyatı ve yardım malzemeleri bu yolla şehre ulaştırılıyor. BM verilerine göre 10.000 insan öldürüldü ki bunun 3.000’ i çocuktu, 56.000 insan yaralandı. Günde ortalama 329 bomba düştü şehre. 22 Temmuz 1993 tarihinde sadece bir günde 3777 bomba düştü. 10.000 bina parçalandı. Kuşatma sonunda hasarsız kalan bina oranı sadece % 13’dü. Kuşatma süresince ağaçlar yakacak için kesilirken, ne acı ki bir zamanlar çocukların cıvıldadığı parklar mezarlıklara dönüştürüldü.

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Drina Köprüsü

 
 
Yazılı bir belgesel gibi, şiir gibi bir kitap... Bir köprünün ve çevresinde gelişen bir kasabanın yüzyıllara yayılan yaşamı. Bir oya gibi işlenmiş öyküler ve köprüyle birlikte değişen yaşamlar. Bosna hayallerimde köprüden yemyeşil sulara bakarken buluyorum kendimi. Vişegrad çoktan görünecek yerler listeme eklendi bile.

Sokollu Mehmet Paşa 1577 yılında Mimar Sinan'a yaptırıyor köprüyü. Drina nehri üzerinde doğu ile batıyı birleştiren yada ayıran bir köprü. Sokollu Mehmet Paşa'nın hayatı ve köprünün yapım süreci ile başlıyor kitap. Bu kasaba Boşnak, Sırp, Hırvat ve Yahudi ailelerin bir arada yaşadığı küçük bir kasaba o zamanlar. Kendileriyle, birbirleriyle ve hiç kimseyle sorunları yok. Avusturya Macaristan'ın Bosna-Hersek' i işgaline kadar bir şekilde yaşayıp gidiyorlar. Her şey güllük gülistanlık değil elbette. Osmanlı yönetimi varken Hristiyanlar tedirgin, Sırp ayaklanmaları olduğu zaman Müslümanlar tedirgin ve Avusturya Macaristan işgal ettiği zaman hiç tanımadıkları bu yönetim yüzünden herkes tedirgin.

Doğu ve batı yönetimleri arasındaki çizgiler yazarın "Yeni yönetim iyi bir sistem kurmuş, Osmanlı yönetiminin insanların cebinden zorla çektiğini, acımasızca ve kimseyi sarsmadan çekip alıyordu. O kadar ki, halk ödediği vergilerin farkında bile olmuyordu" cümleleriyle ifade ediliyor.
 
Avusturya Macaristan Sırbistan'a savaş açtığında Müslümanlar taraf olmaya çekiliyor. Kimi bunu şiddetle reddederken kimi Sırbistan'a karşı Avusturya Macaristan adına savaşıyor. Sanıyorum ne yazık ki ilk kez bu dönemlerde dinsel ve etniksel ayrışmalar yaşanmaya başlıyor. Her sorunda bir araya gelen ve birlikte aşmanın yollarını arayan halk ilk kez bu zamanlar birbirlerine mesafeli davranıyor.
 
Ivo Andriç'e Nobel'i getiren bu kitap Türkiye'de ilk basıldığı yıllarda çok ilgi görmüş. Kitabın arka sayfasındaki bir cümle her şeyi özetler gibi.
 
"Anlatılan ne müthiş bir uyum hikayesi, ne de mutlak bir zulüm hikayesi. Kimliklerin, dinlerin, devletlerin ve de her şeyin ötesinde, içinde insanların olduğu, karmaşık, zengin bir hayat tablosu."
 
Sonradan aklıma gelen bir not: Sokollu Mehmet Paşa köprüsü Unesco tarafından 2007' de kültür mirası listene eklenerek korumaya alınmış. 
 
 

23 Ağustos 2013 Cuma

İncir Kuşları


Bu kitapla başladı her şey. Tamamen tesadüftü alışım. Konusu hakkında en ufak bilgim yoktu. Bir kaç ay raflarda sırasını bekledi. Haziran ayının başında tatil için bavulu hazırlarken son anda attım bu kitabı çantanın içine. Tatil kitabı olmadığını bilemedim... İçim acıyarak, yüreğim parçalanarak gözyaşları içinde okudum kitabı.

Kitabın arka kapağındaki "Bu kitap tamamen gerçeklere dayanmaktadır" cümlesi bir hançer gibi saplandı yüreğime. Beni kendime döndürdü. 1992-1995 Tarihleri arasında kimdim ben? Ne yapıyordum? Nasıl bu kadar duyarsız kalabildim? Bir türlü içinden çıkamadığım bu iç sorgulama beni okumaya, daha çok okumaya itti. Okudukça canım yandı, yandıkça keşke dedim. Ne yapabilirdim? Belki hala yapabilirim. Bilmiyorum. Okuyorum, araştırıyorum, düşünüyorum...

Osmanlı'nın yetimi Bosna bir kader olabilir mi? Peki kader bu kadar kötü olabilir mi? Buradan kollarımı uzatıp tek tek sarılabilmek isterdim o insanlara, yüreklerine dokunabilmek, bir keşkeyi yok ederken bir umut yeşertebilmek...

Bu kadar duyarsız kaldığım için, gözlerim bakarken görmediği için, gözyaşlarım seninle akmadığı için BOSNA BENİ AFFET...