9 Ekim 2014 Perşembe

Srebrenitsa'nın Öyküsü



Yine tamamen tesadüf bambaşka kitapları sipariş ederken karşılaştım bu kitapla. Düşünmeden aldım ve günlerce içinde kayboldum. Bildiğimi sandığım şeyler aslında bir hiçmiş. Meğer Srebrenitsa şehir düşmeden çok önce ölmüş. Kitabın kapağında "çok öldürülmüş, çok yaralı, çok zayıflardı..." yazıyor. Soğukkanlı ama çarpıcı bir dili var kitabın. Eğer Srebrenitsa'da neler olduğunu biliyorum diyorsanız, yanılıyorsunuz. Önce bu kitabı okuyun lütfen.

Bosna'da insanlar kaç kere öldürüldü? Srebrenitsa yaşayan ölüler şehri miydi? Ve dağlar, patikalar, Tuzla'ya ulaşma çabası... Mars Mira'yı bir kez daha yaşadım ama bu sefer korku ve açlık değil, yanımda zehirli yiyecekler, araya sızmaya çalışan çetnikler ve delirme sınırını çoktan geçmiş insanlar vardı.

1 Eylül 2014 Pazartesi

Sarajevo Marlboro


Uzun zamandır okumak istediğim bir kitaptı, Türkçe'sini bulamamıştım ve Saraybosna’da kitapçıda İngilizce'sini görünce hiç düşünmeden aldım. Yaz neredeyse bitti bitecek ben ancak başlayabilmiştim ki okumaya, Nevbahar benim tavsiyemi dikkate alarak Türkçe'sini aradı, buldu. İngilizce ile başlayıp Türkçe ile bitirdiğim ilk kitap oldu böylece.


Daha ilk hikayede yakaladı beni, büyülendim diline. Her kelime olabildiğince ağır ve her cümle olması gerektiği kadar kısa ve net. Sayfaların arasında bir hayattan ötekine atlayıp durdum. İnsan hayatları savaş ve kuşatma ile altüst olur ancak hayat, o son gelene kadar devam edecektir ve son çok uzak değildir. Geri dönüp tekrar tekrar okuduğum hikayeler oldu. İroni ve metaforun dantel gibi işlendiği bir kitap. Yaşamayanlar savaşın ne olduğunu anlayabilir mi? , Bazen baktığınız açı görebileceğiniz açı olmayacaktır ve bazen de sadece bakarsınız ve görmezsiniz (Mezarcı). Peki ya ölümün alışılageldik hali?(Bahçıvan). Bir insan kaç kere daha ölebilir yada öldürülebilir? (Teşhis). Tito lego tuğlalarını inşa edebilecek tek kişidir ve ölünce legolar darmadağın olur (Gezinti). Bodrumlarda hayatta kalma çabası ve sonun yaklaşışı (Kaktüs). İlk kayıp yada sonun ertelenişi (Tosbağa). Etnisite nasıl bir tehlikedir ki komşular birbirini boğazlar (Sakal).

   

1 Ağustos 2014 Cuma

Mars Mira 2014



"İncir Kuşları" ile başlamıştı her şey tam bir sene önce. Bosna kalbimde bir acı, vicdanımda kanayan bir yara oldu. Okudukça daha çok okumak, öğrendikçe anlamlandırmak istedim. Soru işaretleri virgülleri, virgüller soru işaretlerini kovaladı. Noktayı koyamadım. Bosna içimde bir parça olarak kaldı, kalacak... 

Bilgi bir deniz, ben ise içinde bir kayık oldum. Hatırlamıyorum hangi rüzgar sürükledi beni Mars Mira'ya. Zamanı geri alamasam da geç kalmış bir gayret ile içinde bir parça olmak istedim. Aylar önce aldım biletimi. Önce Cahide, sonra onun arkadaşı Rukiye katıldı Mars Mira heyecanıma. Günler, aylar geçti. Okudum, okudum, okudum. O gün geldiğinde, hala kafamda askıda bekleyen soru işaretleri, programsız bir programa sahip olmanın getirisi bir telaş, hislerimi bastırmaya çalışmanın yarattığı yorgunluk vardı. Oysa bu duyguların yersiz, hayatın özünde basit ve keyifli olduğu bir yerdi Bosna. Tüm yaşanan acılara rağmen yaşamak güzel ve anlamlıydı bu topraklarda. 

İnsanların yapamazsın sözlerine kulaklarımı tıkadım. Sırtımı döndüm tanımadığın insanlarla gitme diyenlere. Kendimi ümide, kalbimi güzelliklere açtım. Bu yürüyüş kendi içimde yaptığım öze yürüyüş oldu. Farklı dünyalara, yepyeni fikirlere, unuttuğum güzelliklere götürdü beni. Beynimi karartan ön yargı zincirlerimi kırdım. İyiliğin keyfini, güvenin sınırsızlığını keşfettim. Yorgunluk, uykusuzluk, acı yol oldu bana. Cahide, Rukiye ve orada tanıştığım tüm dostlar ise yoldaş. Söylediği tek kelimeyi anlamadığım halde her gördüğümde kucaklamak istediğim Ramiz amca, hiç iletişim kuramadığımız ama hep selamlaştığımız ilk yardım ekibinden Mirsad abi, evlerini sofralarını bizimle paylaşan Muharrem abi, Çerima abla, Fuad abi, Azemina abla, çantalarımızı taşıtan yardımını esirgemiyen Emir, bizi en önemli noktada yeteri kadar su almamız gerektiği konusunda uyaran ve sonradan gönüllü rehberimiz olan Mirza, yolculuğun son dakikalarında tanıdığımız ve kalan son çikolatasını bizimle paylaşan Safer, yol boyunca ikramlar yapan evlerini ihtiyaçlarımız için açan tüm Boşnaklar, "kardeş" "arkadaş" diye selam veren adını bilmediğim dostlar sağolun. Allah sizlere bu acıları bir daha yaşatmasın. Ben sizi asla unutmayacağım ve biliyorum ki tekrar karşılaşacağız...

Hayat birbirini takip eden vesilelerle dolu ve Bosna benim için her zaman yepyeni başlangıçlara gebe. Artık kendimi bu rüyanın içine bırakıp bekleyeceğim sadece. Yaşayacağım ve yaşatmaya çalışacağım...  

25 Nisan 2014 Cuma

Moja Lijepa Bosna

Hani bazen  bir şeyi çok istersin olur ama bütün sihri bozulur. Bazen de çok istersin olur ama yetmez, doyamazsın, bitmez içindeki heyacan. Aksine gelişir, büyür, büyür, büyür...

BOSNA... Moja lijepa Bosna. Hem çok benden, hem değil. Anadolu'dan gibi ama Avrupai. Sıcak, sımsıcak...

4 Mart Cuma sabahı çok erkendi uçuşumuz. Banu ile saat 5' de havalimanında buluştuk. Saat 7:10' da uçak kalktı ve 8' de Saraybosna'daydı. Uçak alçalmaya başladığında en çok dikkatimi çeken yerleşim yerlerinin dağınıklığı ve engebeli coğrafya oldu. Evler birbirine hem çok uzak hem çok yakın. Coğrafya ise nasıl desem; bir kağıdı avcumuzda top yapıp geri açmışız gibi ve yeşil yemyeşil. Bir belgesel de izlemiştim. Savaş sonrası ABD büyükelçisi sınırların belirlenmesinde arabuluculuk yapıyor. Bir bölgede sınırlarda anlaşamıyor Sırplar ve Boşnaklar. O kadar çok git gel oluyor ki, büyükelçi sonunda isyan ediyor ve diyor ki "hiç bir şey anlamıyorum, bu bölge dağlık, ev yok, köy yok, insan yok neyi paylaşamıyorsunuz?" Diyorlar ki "This is Bosnia!"

Saraybosna havalimanı tahminimden daha da küçük. Ama 4 milyon nufusu olan bir ülkenin başkentine de daha büyük bir havalimanına ihtiyaç yok sanırım. Gezimizin ilk gününde Banu'nun arkadaşının tavsiyesi üzerine gittiğimiz Hüseyin' in çayevinde tanıştığımız eşi "İstanbul 15 milyon diyorlar aklım almıyor bir şehir nasıl o kadar kalabalık olabilir" diyerek bizim durumumuzu özetledi aslında :)

Yazışmalarımız sırasında söz verdiği gibi Hotel Konak havaalanı-otel ulaşımı için birini göndermişti. Daha arabaya ulaşmadan sohbete başlamıştık bile. Sanin Türkiye'yi iyi bilen biri. Meğerse İstanbulspor' da 3 ay futbol oynamış. "Futbolu bırakıp ülkeme döndüm, herkes ülkesinde mutlu" dedi. Yol boyu Türkiye'den futboldan konuşarak sohbete devam ettik. Benim futbol bilgime şaşırdı biraz :) Sohbetimizi bölen telefon Sanin' in annesindendi. Evlerinin anahtarı ile ilgili bir problem varmış. Bizim eve bir uğrayabilirmiyiz dedi. Başka bir ülkede şüphe ile yaklaşabilecekken, hiç düşünmeden Sanin'e tabi dedim. Tepelere doğru tırmanıp Sanin'in mahallesine ulaştık. Kapı ile ilgili sorunu çözdüler, annesini ve kızını da alıp tekrar yola koyulduk. Onları yakındaki bir yerde bulunan kreşe bıraktık ve biz otele doğru devam ettik. Otel'de bizi Senad karşıladı. Gülünce mavi gözleri parıldayan samimi ve güler yüzlü bir Boşnak genç. Sabah erken bir saat olmasına rağmen odamız hazırdı, bavulları odamıza atıp hemen dışarı çıktık. Konak otel çok merkezi bir yerde. Başçarşı'nın hemen üstünde. 9 odası var. Tek sıkıntımız önündeki caddeden geçen tramvayın alışkın olmadığımız gürültüsü idi. Onun dışında temiz düzgün bir otel. Çift kişilik oda için gecelik 70 Euro verdik.

İlk hedefimiz döviz bürosu bulmaktı. Tesadüfen konuşmamızı duyan bir Türk yaklaşıp bize yardımcı oldu ve bizi önce dövizciye, sonra "Bosna" börekçisine götürdü. Porsiyonun büyüklüğünü bilmeden birer posiyon kıymalı börek siparişi verdik ki bu bizi tüm gün tok tuttu :) Börekleri afiyetle yedikten sonra kalkıp çevreyi keşfetmeye başladık. Elimizdeki gezilecek yerler listesi ve Saraybosna seyahat kitapçığı ile sokakları arşınlamaya başladık.


    Meşhur Boşnak böreği


    Morica Han


    Saraçi ve Ferhadija Caddesinin birleştiği nokta: Osmanlı-Avusturya Macaristan


    İsa'nın kalbi kilisesi


    Savaştan kalma binalar


    Igrate li şah? :)


    Sonsuz ateş



    Markale


    Şehitlik


    Şehitlik


    Narodna biblioteka


    Svrzo'nun evi


    Kadayıf - Rasim


    Baklava - Rasim


    Kibe Restaurant

 
     Sebil  

Her biriyle ilgili yazacak çok şey var. Belki sonra eklerim. Herşeyi yazmaya kalkarsam sanırım sayfalar sürer :) İlk gün gerçekten çok yorulduk. Banu'nun adım sayarına göre 15 km kadar yürümüşüz. Yine de Saraybosna gecelerini keşfetmek üzere üşenmedik çıktık. Barların olduğu sokağı bulduk. Cheers' da biraz oturup bir şeyler içtikten sonra hem epeyce üşüdüğümüz için hem de yorgun olduğumuz için fazla oyalanmadan otele gittik.

İkinci gün için planımız araba kiralayarak güneye doğru inmekti. Otele yakın bir yerden araba kiraladık ve sabah saat 9 gibi yola çıktık. Yanıma navigasyon aldığım halde hiç açmama bile gerek kalmadı. Yollar zaten kısıtlı ve basit. Kaybolmak imkansız gibi bir şey. İlk durağımız Jablanica ve meşhur Tito ve partizanlar tarafından yıkılan köprü.
















Sonra doğruca Mostar'a gittik. Önce sokaklarda biraz dolaştık. Sonra köprüyü tam fotoğraflayabilmek için aşağı nehir kıyısına indik. Neretva'ya doyasıya baktık, yeşilinde boğuldu gözlerimiz. Bir çok gezginin methettiği "Sadırvan" restaurantta meşhur begova çorba ve kebab çeşitleri ile tanıştık.



Köprünün iki ayağında da müze var. İkisine de girdik. Birinde sadece profosyonel fotoğrafçılar tarafından çekilmiş savaş fotoğrafları vardı. Diğerinde ise arkeolojik kazılarda çıkan tarihi eserler.

Mostar' da fazla oyalanmadan yola koyulduk. İstikametimiz Kravica şelalesi. Çok fazla Türk turist almayan bir yer. Dubrovnik yolunda ilerlerken batıya doğru 10-15 km içeri girince. Bir tek bu çok tenha ve tabelasız yolda kafamız karıştı. Sorduğumuz biri ile ingilizce boşnakça ve beden dili ile anlaşarak yolumuzu bulduk. Yorgunduk ama şelalenin güzelliğini görünce en alta kadar inmeye karar verdik. İyiki de inmişiz. Yüzümüze çişeleyen şelale damlacıkları ile ruhumuz dinlendi sanki.



Şelaleyi arkamızda bırakıp Saraybosna dönüş yoluna geçtik. Güneye inerken içinden geçtiğimiz Poçitel' de durduk. Poçitel Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'da ulaştığı son nokta, son köy. Mükemmel bir konuma kurulmuş. Şu anda niye kimse yaşamıyor anlamış değilim. Dik bir yamaca yayılmış köy ve tam aşağısından yeşil Neretva akıyor. Burada sepetlerinde bir şeyler satmaya çalışan kadınlara sadece yardım olsun diye biraz kuruyemiş alıp yola koyulduk.



Ve sırada Blagay Tekkesi. Ona da sorunsuz ulaştık. Tekke' nin odalarını gezerek Buna nehrinin doğduğu kaynağa bir kaç metre ilerde merdivenlere oturduk. Günün son durağıydı ve planladığımız her şeyi yapabilmekten mutlu ama bir o kadar yorgunduk. O merdivenlerde oturduğum bir kaç dakika beni sanki yeniden tazeledi. Ve dönüş yolu. Saat 7 gibi Saraybosna' daydık.



Üçüncü ve son gün hedefimiz Saraybosna içinde gezmediğimiz noktaları gezmekti. İlk önce arabayı teslim ettik. Sonra döviz bürosu açılana kadar Ferhadija caddesinde oyalandık. Sonsuz ateşe geldiğimizde bir kalabalık ve pankart açan insanlar gördük. Ne olduğunu önce polise sonra da genç bir gruba sordum. Saraybosna günü olduğu için anma töreni olduğunu söylediler. Sonra tarihi düşündüm. 6 Nisan !!! Ve sebebi anlaşıldı. Saraybosna' nın II. Dünya savaşından sonra kurtulduğu gün ve aynı zamanda 92-95 savaşının ilk başladığı gün. Biraz insanları izleyip tekrar Başçarşı yönüne doğru yürümeye başladık. Bir an önümde yürüyen üç adamdan biri çaprazdan bana tanıdık geldi. Banu tanıdın mı dedim. E tabi nereden tanısın. Önümde yürüyen kişi Alija İzzetbegoviç' in oğlu Bakir İzzetbegoviç yani Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı'ydı :) Şaşkınlıkla arkalarından yürüdüm önce. Sonra korumalarından birine Sn. İzzetbegoviç mi diye sordum. Evet dedi koruma. O anda kafasını çevirdi cumhurbaşkanı. Bir fotoğraf çektirebilirmiyiz dedim. İşte o fotoğraf :) Sanırım mutluluğum tüm hatlarıma yansımış :))))


Bir cumhurbaşkanı.. Yolda rahatça insanların arasında yürüyebiliyor. İçten ve sıcak. Keşke diyorum imrenerek... Keşke...

Bu tatlı tesadüften sonra tramvay durağına gidip Ilıca'ya gitmek üzere tramvayı beklemeye başladık. Epeyce bir zaman bekledikten sonra farkettik ki insanlar bilet gişesine bir şeyler sorup aldıkları cevaplar sonrasında duraktan ayrılıyorlar. Biletçi 1 saat kadar tramvay olmayacağını söyledi. Vakit kaybedemezdik Tünel ve Vrelo Bosna' ya gidecektik. Taksi tutmaya karar verip taksi durağına yöneldik. Taksici yollar kapalı diye söylendi ilk önce, sonra tamam gelin dedi bize. Anma töreni dolayısıyla yollar kapalıydı. Taksici ile ingilizce-boşnakça-türkçe sohbetimizi hiç unutamayacağım. Adı Haris. Ailesi yüzyıllar önce Konya' dan göçmüş Bosna'ya bir çok Boşnak gibi. Bir kızı bir oğlu varmış. Kızı gazeteci, oğlu futbolcu. Bosna'dan, savaştan, Türkiye'den konuştuk. Bize kuşatma hattının olduğu çizgiyi ve orada bulunan şehit kabrini gösterdi. Bu kebir Fatih Saraybosna'yı fethettiği zaman şehit düşen bir askere aitmiş. "Mucizevi ama o kabrin altına inemedi Sıplar" dedi. Epey tepelerden daracık yollardan geçtik. Miljaka'ya tepeden bakma fırsatımız oldu. Bir ara solda trafik polisleri gözüme çarptı. Sırtlarındaki yazı kıril olduğunu görünce Republika Sırpska' damıyız diye sordum. Evet dedi Haris. Minnacık bir derenin üstünden geçtik ve şimdi feserasyondayız dedi. Sınır o 3 metrelik köprüymüş. Sırp tarafındaki mezarları gösterdi bize. "Sadece Sırplar yok" dedi. "Yunanlılar ve Ruslar da var aralarında". Sırplara destek olmak için Ortodoks rum ve rusların savaşmak üzere Bosna'ya geldiğini okumuştum. Peki insanlar arasında hala gerilim var mı diye sordum. "İnsanlar arasında hiç bir şey yok, her şey normal" dedi. Ama politikacıların hepsi çılgın diye ekledi. Bosna dönüşümlü başkanlık sistemi ile yönetiliyor. Ortak karar almak ve yürürlüğe koymak imkansız gibi bir şey. Malum birinin ak dediğine öteki kara diyor. Samimi sohbetimizin sonunda Haris ile el sıkışarak ayrıldık.

Tünel müzesinin girişinde gişeye yöneldim. 3 günlük Bosna tecrübelerimizi düşünerek gişedeki çocuğa sordum Türklere indirim var mı diye. Bir çok yerde Türkçe konuştuğumuzu fark edip girişlerde indirim yapmışlardı. "Neden olsun" dedi gişedeki genç çocuk. "Bir çok müzede Türk olduğumuzu öğrendiklerinde indirim yaptılar" dedim. "Ben geçen sene İstanbul' a gittim, Topkapı Sarayı'na girerken kimse bana indirim yapmadı" dedi. Türkçe "Biz de sizi seviyoruz" dedi. "Buraya gelip sizi seviyoruz diyorsunuz hepsi bu" dedi. Türkiye'nin Bosna'nın gelişimi için çok destek verdiğini bir çok tarihi yerin yeniden yapılması ve restorasyonunda aktif katkısı olduğunu söyledim. "Hepsi bu" dedi. "Bütün ticari ve askeri anlaşmaları Sırbistan ve Makedonya ile yapıyorsunuz" dedi. Bu tepkiyi hiç beklemiyordum. Şaşırdım ve bu nazik konuşma ve fikir paylaşımı için teşekkür ederek içeri girdim. Kapıda yaşadığım şaşkınlığı henüz üstümden atamamıştım ki tünel ile ilgili videoyu seyretmeye bir kaç Türk daha geldi. Rehber olduğunu sandığım biri tünelle ilgili bilgi veriyordu. "O kadar çaresizlermiş ki ne olursa olsun karşılıklı kazmaya başlayalım, tüneller denk geldi geldi gelmedi yapacak bir şey yok diyerek kazmaya başlamışlar" dedi rehber. "Allahın hikmeti işte karşılıklı kazılan tünel birleşmiş" dedi. Şaşkınlık duygum sinire dönüştü ama tuttum kendimi. Bu ifade hem Boşnakları küçük gören hem de gerçekçi olmayan bir ifadeydi. Tünel' in yapımı aşamasında bir dolu mühendis çalıştığını okumuştum ve müze içinde de hesaplarla ilgili bir çok belge sergileniyor zaten. Allah'ın büyüklüğü ve yardımı tartışılmaz ama bunu ifade etmenin yolu bir halkı ve oraya emek verenleri küçümsemek olmamalı.

İlk Bosna ziyaretimden aklıma kazınmış olan ve hiç unutamayacağım belki de tek gerçek diyalog gişedeki çocukla yaptığımdı. Bir ülkenin işte böyle gençlere ihtiyacı var. Ancak ülkesine böylesine sahip çıkan ve boynunu eğmeyen gençlerle kalkınır ülkeler. Ve inatla savunmaya geçmeyi bırakıp, ciddi bir öz eleştiri yapmalıyız.      



Tünelin önünden taksiye binip Vrelo Bosna' ya gittik. Vrelo Bosna Bosna nehrinin kaynağı ve yemyeşil pırıl pırıl içinde göletler, dereler olan bir park. Fayton turu var kenarındaki fayton ve yürüyüş yolunda. Ona da bindik :)



Yorgun ama mutlu bir şekilde Ilıca ve oradan yine Başçarşıya döndük. Daha önce fırsat bulup girip oturamadığımız Morica Han' a girip meşhur Boşnak kahvemizi içtik. 


Ve otelden bavulları alıp tramvayla önce Ilıca'ya oradan taksi ile havaalanına ulaştık. Ve son bir not havaalanına taksi dışında ulaşım yok.

Yaklaşık 1 senedir hayalini kuruyordum. Rüyalarımda kendimi Sebil'in önünde gökyüzünü izlerken görüyordum. Bosna öyle bir yer ki doyamıyor insan. İlk fırsatta tekrar gitmek istiyorum. Sanki benden bana dair bir şeyler var orada. Büyülü bir tınıyla beni çağırıyor... Ponovo doçi...  


28 Ocak 2014 Salı

Tarihe Tanıklığım

Çok uzun bir zamandır elimde. Dura dura düşüne düşüne ve sindire sindire okudum. Aynı kitabı tekrar tekrar okumanın insana aynı tadı vermeyeceğini düşünenlerdendim ama "Tarihe Tanıklığım" bu konudaki fikrimi tamamen değiştirdi. Kitabı bitirdiğimde keşke küçük notlar alsaydım dedim. Gerçi o kadar kapsamlı bir kitap ki benim alacağım küçük notlar içeriği ifade etmeye yetmeyecekti.

Bir hatırat. Kendi gözünden, kendi yaşadıkları ve birikimleri üzerinden eski Yugoslavya, savaşın çıkışı, savaş süresince yaşananlar, Srebrenitsa, Dayton antlaşması ve barış zamanı... Sadece bir kitap değil, Bosna gerçeğini kapsamlıca anlamak isteyenler için bir kaynak aynı zamanda. İçinde Nato ile ABD ile yazışmalar, röportajlar, konferanslarda yaptığı konuşmalar gibi bir çok yazılı kaynak var. 

Barış'a ve direnişe adanmış bir hayat...

Sorgulayan bir kişilik;
"15 yaşındayken, inancımda bazı tereddütler olmaya başladı. O zamanki yoldaşlarım ve arkadaşlarımla her şeyi konuşurdum. Komünist ve ateist yazıları okurduk... Tanrı üzerine kafa yormaya başladım. Komünist propagandada Tanrı adaletsizliğin tarafındaydı; çünkü komünistler dini "halkın afyonu" olarak, yani halkın huzursuzluğunu yatıştırarak onları gerçekliğin dünyasında daha iyi bir hayat için mücadele etmekten alıkoyan bir araç olarak görüyorlardı. Bu çizgiye kaymak çok kolaydı. Ne ki, ben bunu kabul etmedim... İnancım bir iki yıllık sallantıdan sonra geri döndü ama farklı bir biçimde... O artık yalnızca atalarımdan devr aldığım bir din değildi; yeni baştan edinilmiş bir inançtı. Ve onu bir daha hiç yitirmedim."  

Yazdığı "İslam Deklarasyonu" isimli kitap ile islami hareket oluşturmak ve örgütlenmek suçundan 14 yıl hapis cezası alması ile ilgili yorumu şöyle:

"Eğer gerçekten suçlu olsaydım adil bir şekilde yargılanacak olduğumu iddia ediyorum. Adil yargılanmadım çünkü masumdum." 

Kitabı okurken farklı noktalarda durdum ve düşündüm. Eğer ben olsaydım yazarmıydım dediğim noktalar oldu. Bunlardan biri İzzetbegoviç' in SDA' yı kuruşunu ve ilk seçimlerden zaferle çıkışını anlattığı bölümdü:
"... kurma işi, salıverilmemden tam bir yıl sonra, Kasım 1989'da başladı ve parti, kurulması için ilk adımların atılmasından tam bir yıl sonra da Kasım 1990'da seçimlerden zaferle çıktı. Nedenini asla öğrenememiş olsam da, baştan beri partinin "lider"i bendim. Kendi kendime "Eğer en iyileri bensem, acaba gerisi neye benziyor? diye düşünmüşümdür."

12 Kasım 2013 Salı

Grbavica


Bu filmi seyrettikten sonra Angelina Jolie' nin "In the Land of Blood and Honey" filmini düşündüm. Her iki film de iki kadın yönetmen tarafından çekilmiş filmler. İlki Amerikan bakışı ve fark öyle bariz ortaya çıkıyor ki... Savaşın kadınlar ve sonraki nesiller üzerine etkisi gözümüze sokulmadan ancak böyle anlatılabilirdi. Filmde beni çok etkileyen iki sahne var. Biri filmin sonlarına doğru söylenen ilahi diğeri ise en son sahnede arka planda çalan Saraybosna şarkısı ve filmin bitiş sahnesi. Çok beğendim...




31 Ekim 2013 Perşembe

Sessizliğin gürültüsü

 
 
Nihayet bitti. Hiç bitmeyecekmiş gibiydi :) Gitmiyorsa bırakırım inatlaşmam aslında kitaplarla ama bu sefer inadım tuttu. Bitiricem dedim bitirdim.
 

Juli Zeh genç bir yaşta savaşın izlerini takip ederek Bosna'ya gider. Yanında köpeği ve sırt çantasında taşıdığı bir kaç giyecek ve Bosna kitapları vardır. Seyahatini tamamen hayatın akışına bırakır. Bosna'yı yazmaz aslında bu kitapta Bosna'yı yaşar. Kitabı okurken neredeyse her cümlede durdum ve düşündüm. İnsan aklından geçen her şeyi yazıya dökebilir mi? Juli Zeh sanki aklından geçen herşeyi kayda almış gibi. Takip etmesi ve bağlantı kurması çok güç çoğu metinin. İnsan aklı düşünceler silsilesi değil mi zaten? Kitabın orijinal ismi "Die Stille ist ein Geräusch". Sessizlik bir ses(gürültü)tir. Kitabın adı bende böyle şekilleniyor.

Srebrenica ile ilgili bir paragraf var ki aradan yıllar geçse de yorum çok değişmiş değil.

"İstatistiğe bakıyorum. Bölgedeki 27.000 Bosnalı ve Hırvat nüfustan savaştan sonra geriye kalanlar: Çizgi. Buna karşılık Sırp nüfusu ikiye katlanıp yirmi bine ulaşmış.

Burada geziniyorlar, bir ceset tarlası üzerinde, gezenlerin de birçoğu yerlerinden kovulmuş, katledilenlerin evlerinde yaşıyorlar. Mutluymuş gibi görünmüyorlar. İnsan nasıl olur da üzerinde bir kadının tecavüz edildiği bir mutfak masasında yemek yiyebilir?İlk iş kurşunlarla delik değiş edilmiş kanlı döşeklerinin atılması gereken yataklarda nasıl uyuyabilir?"

Ve Juli Zeh Bosna'ya ilk girişinde kafasına takılan sorular Bosna'dan çıkarken hala cevapsız. Karpuzlar nerede yetişiyor? Neden bir Mcdonalds yok? Neden savaş çıktı, kime karşı? Neretva'nın rengine ne ad verilebilir.